SUSAM
Sabahları, güne onun varlığıyla uyanmak başlı başına
bir ritüel hâline geldi. Saat kurmama gerek kalmadan, o benden önce gelir;
uykunun en derin anında bile usulca odama süzülür. Mırıldanarak yanımda
olduğunu belli eder, yorganın ucuna dokunan patisiyle uyanmamı bekler. O küçük
dokunuş, "Gün başladı, buradayım, seni bekliyorum" diyen sessiz bir
selam gibidir. Bu nazik uyanış, güne yumuşak bir geçiş sağlar. Bazen sırf onun
sabrı ve sadakati sayesinde erken kalkıyor, kendimi daha huzurlu hissederek
güne başlıyorum. Çünkü bir kedinin bu kadar zarifçe insan ruhuna dokunabilmesi,
kelimelerle anlatılamayacak kadar değerli bir şey. Onunla geçirdiğim sabahlar,
hayatın telaşı içinde unuttuğumuz o durup dinlenme anlarının kıymetini yeniden
hatırlatıyor.
Susam’ın karakteri oldukça narin. Kalabalıklar
arasında kaybolmaktan hoşlanmayan, ani seslerden irkilen ama kendi küçük
dünyasında inanılmaz bir oyun coşkusu barındıran bir ruhu var. Sakinliğiyle
tanınsa da bir çorap ya da plastik bir oyuncak fare bulduğunda gözleri parlar.
Önce sessizce izler, avını kollayan bir yırtıcı gibi yaklaşır ve sonra aniden
hamle yapar. Bu küçük av oyunları onun için sadece eğlence değil; doğasının bir
parçası, içgüdülerini ifade etmenin zarif bir yolu. O anlarda, evin içinde bir
aslan kadar gururlu dolaşır. Özellikle çorapları bulup bir zafer gibi
sergilemesi, küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarmanın sembolüdür. Lezzet
konusunda ise yaş mamaya ve özellikle de tavuk eti içeren yiyeceklere
düşkünlüğü var. Yaz aylarında dondurmanın kapağını açtığımda anında belirir.
Sessizce yanıma sokulup, o minik dilini uzatarak bir iki yalama hakkını ister.
Bu ufak ama anlamlı alışkanlıklarımız zamanla kendi dilimizi oluşturdu; sadece
bakışlarla anlaşır olduk.
Susam’ın en büyüleyici yönlerinden biri, kelimeleri
anlaması ve onlara verdiği tepkilerdir. Kendi adını duyar duymaz başını
çevirir, “gel” dediğimde adımlarını usulca hızlandırır. “Hayır” dediğimde
durur, “aşkım” ya da “bitanem” gibi kelimeleri duyduğunda ise kucağıma sokulmak
için yaklaşır. Sadece anlamakla kalmaz, karşılık da verir. Onunla konuşmaya
başladığımda, yüzüme dikkatle bakar, başını eğip mırıldanarak adeta cevap
verir. Bu karşılıklı etkileşim, bir insanla sohbet ediyormuşum hissi uyandırır.
Aramızdaki bağ yalnızca sevgiye değil, derin bir anlayışa dayanıyor. Onunla
kurduğum bu iletişim, klasik evcil hayvan-insan ilişkilerinden çok öte; iki
ruhun sessizlik içinde birbirine temas ettiği bir uyumdur. Kelimelere ihtiyaç
duyulmadan da anlaşmanın mümkün olduğunu Susam sayesinde öğrendim.
Aslında kediler hep böyle değil midir? Hayatımıza
büyük gürültülerle değil, usulca dahil olurlar. Bir pencere önünde kıvrılmış,
bir sokak köşesinde gölgelenmiş ya da bir kapı aralığında sessizce bekleyen o
kediler... Hepsi de hayatımıza yük olmadan eşlik eder. Onları sahiplenmemiz gerekmez;
bazen yalnızca bir bakışları bile yoldaşlık etmeye yeter. Dertlerimizi
bilmezler ama yanında oturup sessizliği paylaşırlar. Kelimeleri çözmeye
çalışmazlar, ama gözlerimizden duygularımızı okurlar. Onların varlığı, çoğu
zaman bir terapiden farksızdır. Ne zaman yalnız hissetsek, ne zaman ruhumuz
yorgun düşse, bir kedinin yanımıza sokulması her şeyi başka bir boyuta taşır.
Çünkü onlar, varlıklarıyla huzur veren, sözcüklerin yetemediği yerde teselli
sunan sessiz dostlardır. Ne yazık ki her kedi Susam kadar şanslı değil. Soğuk
kış gecelerinde barınacak bir köşe bulamayan, açlıkla mücadele eden, sevgiye ve
güvene hasret kalan binlerce kedi yaşıyor sokaklarda. Bazıları bir kaza sonucu
bacağını kaybetmiş, bazıları insan ihmali ya da istismarı nedeniyle artık
yürüyemez hâle gelmiş. O gözlerde, her şeye rağmen hâlâ bir umut parıltısı
olur. Onlara mama vermek elbette önemli ama yeterli değil. Asıl mesele, o
gözlerin içine bakıp “Seni anlıyorum, buradayım” diyebilmektir. Onların
yaşadığı acıyı görmek, yürek ister. Ama tam da bu empati, bizim insanlığımızı
şekillendirir. Çünkü gerçek bir yardım, sadece fiziksel değil; duygusal bir
temas da gerektirir.
İşte tam bu noktada insanın elinden gelenin daha
fazlası devreye girmeli. Sevgiyle birlikte bilgi, şefkatle birlikte uzmanlık
gerekir. Son yıllarda artan hayvan rehabilitasyon merkezleri, bu anlamda umut
verici bir gelişme. Eskiden gözden çıkarılan, yaşamdan koparılmış görülen
hayvanlar için şimdi ikinci bir şans var. Fizik tedavi, özel bakım programları,
bireysel ilgi... Tüm bunlar sayesinde sakat bir kedinin tekrar yürümesi, oyun
oynaması, özgürce yaşaması mümkün hâle geliyor. Bu merkezler yalnızca fiziksel
iyileşme sunmuyor; aynı zamanda ruhsal onarım için de bir alan sağlıyor. Onlar,
hayvanların yalnızca yaşamasını değil, mutlu yaşamasını hedefliyor. Bu merkezlerde
görev yapan bazı insanlar var ki, yalnızca yaptıkları işle değil, varoluş
biçimleriyle içimizi ferahlatıyorlar. Onların varlığı, bu dünyanın hâlâ
şefkatle şekillenebileceğine dair bir inanç aşılıyor insana. Yakın zamanda
tanıma şansını bulduğum İbrahim de bu özel insanlardan biri. O, sadece bir
hayvan fizyoterapisti değil; aynı zamanda hayvanların duygularını anlayabilen,
onları sadece fiziksel birer hasta değil, ruh taşıyan, geçmişleri olan canlılar
olarak gören bir gönül insanı. İşine duyduğu saygı, mesleki yetkinliğiyle
birleştiğinde ortaya etkileyici bir tablo çıkıyor.
İbrahim’in yaklaşımında en dikkat çekici
şey, sabır ve duygusal yakınlığın mükemmel bir dengeyle harmanlanmış olması.
Her seans onun için yalnızca teknik bir müdahale değil; aynı zamanda bir güven
inşası süreci. Travma yaşamış, belki de daha önce hiç insan eli tarafından
sevgiyle dokunulmamış bir kedinin güvenini kazanmak, fiziksel iyileşmeden çok
daha zorlu bir süreçtir. İşte O, bu güveni adım adım, telaşsız ve karşılıksız
bir sevgiyle kuruyor. O, hayvanlara dokunmadan önce onlara sesleniyor, göz
teması kuruyor, sonra nazikçe yanlarına yaklaşıyor. Her hareketinde saygı ve
özen var. Engelli bir kedinin yeniden yürüyebilmesi için bazen haftalar, hatta
aylarca süren bir terapi süreci gerekiyor. Bu süre zarfında kedinin yalnızca
kasları değil; kalbi de yeniden çalışmaya, hayata yeniden bağlanmaya başlıyor. Onun
en büyük başarısı da burada yatıyor: sadece bedeni değil, ruhu da onarıyor.
Çünkü onun için iyileşmek; yeniden yürümekle değil, yeniden güvenmekle, yeniden
oyun oynamakla ve yeniden sevilmeyi kabul edebilmekle mümkün. İşini hakkı ile
yapan veteriner ve fizyoterapistler, mesleklerini kapalı duvarlar ardında
yapmıyorlar; toplumu bilinçlendirmek, hayvanlara dair önyargıları yıkmak için
de aktif olarak çaba gösteriyorlar. Sosyal medya üzerinden yaptıkları
paylaşımlarla, fiziksel engelli hayvanların da kaliteli ve mutlu bir yaşam
sürebileceğini anlatıyorlar. Bu sayede hem farkındalık oluşturuyorlar hem de
hayvanlara dair sorumluluğun sadece uzmanlara değil, herkese ait olduğunu
hatırlatıyorlar. Onlar gibi insanlar sayesinde hayvanlarla kurduğumuz bağ,
sadece sahiplenme ve bakım üzerinden değil, gerçek bir anlayış ve ortak yaşam
kültürü üzerinden yeniden tanımlanıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder