YALNIZLIK: BENİM SESSİZLİĞİM

Yalnızlık... Hiç beklemediğim bir anda, derin bir sessizlik olarak çıktı karşıma. O an, hayatımın bir kavşağındaydım sanki; ne ileri gidebiliyor, ne de geri dönebiliyordum. Adımlarım düzensiz, düşüncelerim ise boğuk bir yankıdan ibaretti. Zihnimde dolaşan bu yankılar, karanlık bir sis perdesi gibi çevremi sardıkça sardı. Geceler, o zamanlar daha uzun ve daha keskindi. Loş bir lambanın altında yere düşen gölgem bile, bazen bana ait değilmiş gibi hissettiriyordu. Günler birbirine eklenip uzadıkça, zaman önce akıcı bir nehirdi; şimdi ise sonsuzluğa karışan, hareketsiz bir bataklık. Her şey yavaşça eriyordu; anılar, duygular, hatta kim olduğumu hatırlama çabam bile. O ilk yalnızlık, insanların uzağına düşmekten öte bir şeydi: Kendi içimde hapsolmak, ruhumun en derin çatlaklarında kaybolmaktı. Dışâlemde sessizlik hakimdi ama benim zihnim, gürültülü bir meydan savaşı gibiydi.

Her gece, uykularımı bölen mahkeme salonları kuruyordu zihnim. Yargılanan hep bendim, şahitlik edenlerse hatalarım, “keşke”lerim, “eğer”lerimdi. Her duruşma beni biraz daha çökürtüyor, aynı sahneler tekrar tekrar oynanıyordu. Bir süre sonra, bu düşünceler sadece korkularımın sesi olmaktan çıktı; kendi içimde bir meydan okumaya dönüştü. Bu sessizlikten kurtulmak için, kendime düşmanımı tanımam gerekiyordu. Ama asıl soruyu sormadan bunu yapamazdım: “Bu yalnızlık bana ne öğretebilir?” Bu soruyla birlikte içimde bir şeyler kıpırdamaya başladı. Yalnızlıkla baş etmek için küçük rutinler oluşturdum. Sabah odamın penceresinden sızan ışığı izlemek, her şeye rağmen günün yeni bir başlangıç sunduğunu hatırlatıyordu. Bir dakikalığına bile olsa, gözlerimi kapatıp mavi bir gökyüzü ve uzaklarda bir ağaç hayal ediyordum. O küçük ağaç, benim için yeniden kök salmanın ve yeniden yaşam bulmanın bir sembolü oldu. Belki de o hayal olmasaydı, o günler daha da karanlık olabilirdi.

Zamanla yalnızlık, kitaplardan ve hayallerden öte bir şey haline geldi. Sessizlik, artık bir yük değil, bir ayna gibiydi. O aynada kendi yüzümü görmeye başladım; çoğu zaman uzak durduğum, görmezden geldiğim hatalarım, kırdığım insanlar, şeytanın avukatı gibi karşıma dikiliyordu. Onlardan kaçmaya çalıştıkça daha da büyüdüklerini fark ettim. En sonunda teslim oldum. Kaçmak yerine onlarla yüzleşmek zorundaydım. Bu yüzleşme, hiç de kolay olmadı. Hatalarımı kabul etmek, kendimi affetmek zaman aldı. Ama bu sürecin her anı, iç dünyamın derinliklerini keşfetmeme vesile oldu. Kendime sorular sordum: “Bu hataları neden yaptım? Hangi korkular beni bu yollara sürükledi?” Bu sorular bazen içimde daha büyük çöküşlere yol açtı, bazen ise küçük zaferler kazandırdı. Böylece yalnızlık, sadece sessiz bir dost değil, aynı zamanda bir rehber oldu. Kalabalıklardan kopmuştum ama bir o kadar özgür hissediyordum. Her gün sadece kendimle baş başa kalarak, düşüncelerimi izlemeyi öğrendim. Başta bu düşünceler bir fırtına gibiydi, ama zamanla sakin bir denize dönüştüler. O denizin derinliklerinde, çocukluk anılarım, hayallerim ve yarım kalmış hedeflerimle karşılaştım. Tüm bunlar, beni daha iyi tanımamı sağladı.

Friedrich Nietzsche’nin sözü aklımda yankılanıyordu: “Yalnızlığı seviyorsan, yanında bir ayna taşımalısın; çünkü yalnızlık, insanın kendisiyle yüzleştiği yerdir.” Hint felsefesinde Rabindranath Tagore’un dediği gibi: "Kendi içine bakmaya cesaret edebilen, yalnızlıkta evrenin sırlarını bulabilir." Bu sözler, bana yalnızlığın aslında kendimle kurduğum bir bağ olduğunu hatırlatıyordu. Aynaya bakmaktan kaçmadıkça, aynadaki yansımamı daha derinden anlamaya başladım. Küçük detayların, hayatın büyük anlamlarına dönüşebileceğini o günlerde öğrendim. Sabah ışığını izlemek, bir fincan çayın sıcaklığını hissetmek ya da bir kuşun cıvıltısını duymak... Bunlar, daha önce kalabalık içindeyken gözümden kaçan detaylardı. Ama yalnızlık bana hayatı fark etmenin başka bir yolunu sundu. Marcus Aurelius’un şu sözü zihnimde yankılanır oldu: “Kendi içinde dingin bir liman bul. Dışarıda hiçbir yer sana bunu sunamayacak.” Aynı şekilde Mevlâna Celaleddin-i Rumi’nin şu sözü beni derin düşüncelere sevk ediyordu: "Yalnızlığın melodisinde, ruh kendi dansını bulur."

Yalnızlıkla yaşamaya alışmak için hayal kurmaya devam ettim, zihnimde yeni bir dünya oluşturdum. O dünya, belki de dışarıdaki kaostan korunmamı sağlayan bir sığınaktı. Yalnızlık bir zamanlar düşmanım gibi görünse de zamanla en büyük öğretmenim oldu. Bana kendimle yüzleşme cesaretini, hayatın neresinde durduğumu sorgulama imkânını verdi. Artık biliyorum ki, yalnızlık benim sessizliğimi, sessizlik ise yeniden bulduğum sesimi inşa etti. Ve o ses, bana en değerli şeyi kazandırdı: KENDİMİ…                                                                                              

 


Yorumlar

  1. Belki de yıllarca arayıp da bulamayacağımız duygu hazinelerini bu yazıda bulmanının Mutlu’luğu içindeyim. Kaleminize sağlık..

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  3. En derin yara Yalnızlık ve yalnızlığı yine yalnızlıkla tedavi edilmesi ancak bu kadar güzel anlatılırdı. İnsanın kendisi ile yüzleşerek, karanlığı aydınlatması ve Yusuf gibi kuyudan kurtulması.👏

    YanıtlaSil
  4. Bir çok insan yalnızlıktan korkar, yalnız hiçbirşey yapamaz, yalnızlığı kötü bilir ama bu yazıdan sonra birçok insan yalnızlıkta kendini sorgulayacaktır eminim. Emeğinize sağlık🙏

    YanıtlaSil
  5. “Sükût„ hal dilidir. “Hal ehli„ anlar onu. Çok konuşmaktan bîtab düşmüş “dırdırcılar„ o sesi duymazlar. “Sükûtun da bir sesi vardır. Onu duyacak yürek lazım.” (Şems-i Tebrizi) Hatta sükûtun da bir çığlığı vardır, tabii ki duyanlar için… Gece, Yalnızlık ve Sükut...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar