KÜTÜPHANEM
Lise yılları ve özellikle üniversite döneminden bu yana aldığım kitaplarla kendi ölçeğinde ve kıymetli eserlerin yer aldığı bir kütüphanem olustu. TUĞRA Kütüphane adını verdiğim kitaplığımın önemli bir bölümünü hatırâtlar oluşturuyor. 30 yılı bulan Başkent-Ankara hayatımın gündelik telaşların arasında sığındığım en güvenli liman kütüphanem oldu. Her köşesi anılarla dolu olan evimin küçük çalışma odasında, raflara dizili kitaplar bana adeta bir iç yolculuğun kapılarını aralıyordu. Dışarının gürültüsünden uzak, çayın buharı eşliğinde içine daldığım her kitap, dünyaya başka bir pencereden bakmamı sağladı. Bu yolculuk, yalnızca bilgi edinme değil, bir yeniden inşa süreciydi. Zamanla okuma alışkanlığım bir tutkuya dönüştü; haftada en az bir, bazeniki kitap okuyarak bu tutkuyu doyurmaya çalıştım. Kitaplara olan ilgim arttıkça, edebiyatın farklı coğrafyalarına ve zamanlarına doğru derinlemesine yolculuklara çıktım. Özellikle Rus edebiyatı, beni en çok etkileyen alanlardan biri oldu. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında insan ruhunun çatışmalarına, Budala’da saf iyiliğin trajedisine tanık oldum. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı ile insanlık tarihine, Diriliş ile vicdana ve ahlaki uyanışa dair düşüncelerim derinleşti. Turgenev’in Babalar ve Oğulları ile kuşak çatışmalarına farklı bir gözle bakmayı öğrendim. Çehov’un öyküleriyle hayatın sıradan görünen detaylarında gizlenen anlamları keşfettim.
Batı edebiyatında ise Victor Hugo’nun Sefiller’i içimdeki adalet ve merhamet duygusunu perçinledi. Jean Valjean’ın mücadelesi, insan iradesinin sınırlarını zorlayan bir örnek olarak zihnimde yer etti. George Orwell’in 1984 ve Hayvan Çiftliği, güç ve kontrol kavramlarını sorgulamama neden oldu. Thomas More’un Ütopya’sı, ideal toplum fikrinin ne denli karmaşık olduğunu gösterdi. Albert Camus’nün Yabancı ve Düşüş eserleri, varoluşsal sorgulamalarımı derinleştirdi. Franz Kafka’nın Dava ve Dönüşüm adlı eserlerinde insanın yabancılaşmasını ve çaresizliğini okudukça kendimi daha iyi anlamaya başladım. Tarihsel perspektife duyduğum merakla, Orlando Figes’in A People’s Tragedy ve Natasha's Dance adlı eserlerine yöneldim. Eric Hobsbawm’ın dörtlemesi (Devrim Çağı, Sermaye Çağı, İmparatorluk Çağı, Aşırılıklar Çağı) tarih bilincimi şekillendirdi. Yuval Noah Harari’nin Sapiens ve Homo Deus kitapları, insanlığın gelişimine dair yepyeni bakış açıları kazandırdı.
Türk edebiyatı ise her zaman kalbime en yakın olanıydı. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu ve Yeşil Gece’si ile Anadolu insanının portresine; Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan eserleriyle derin insan duygularına yaklaştım. Halid Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah’ı ve Aşk-ı Memnusu edebiyatımızda Batı’ya açılan kapıları gösterdi. Kemal Tahir’in Devlet Ana, Yorgun Savaşçı ve Esir Şehrin İnsanları adlı romanları, tarihsel kurgu ile ideolojik çözümlemeyi harmanlayarak düşünce dünyamı zenginleştirdi. Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye ve Matmazel Noralya’nın Koltuğu gibi eserleri, ruhsal çözümlemeleri ve Doğu-Batı çatışmasını farklı boyutlarıyla gözler önüne serdi. Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde, Murtaza ve Hanımın Çiftliği romanları, emekçi sınıfın hayatını tüm çıplaklığıyla yansıttı.
Ömer Seyfettin’in kısa hikâyeleri, özellikle Kaşağı, Diyet, Falaka ve Pembe İncili Kaftan, çocukluğumdan bu yana aklımda kalan keskin imgelerle doluydu; onun sade diliyle verdiği ahlaki mesajlar bugün bile içimde yankılanır. Kemalettin Tuğcu’nun Küçük Besleme, Yetim Malı, Bir Yetimin Günlüğü gibi eserleri ise toplumsal adaletsizliğe karşı duyarlılığımı artırdı; çocukların ve yoksulların dünyasına farklı bir bakış geliştirmemi sağladı.
Bu sürede çağdaş yazarlara da yöneldim. Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı, Kar ve Masumiyet Müzesi romanları, modern Türk romanında kimlik, hafıza ve aidiyet temalarını derinlemesine işlerken bana bambaşka kapılar açtı. Onun metinlerindeki kültürel ve estetik sorgulamalar, hem geçmişle yüzleşmeyi hem de bireysel yalnızlığı anlamamı sağladı. Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler’i ile dilin ve anlatının sınırlarını zorladım. Elif Şafak’ın Baba ve Piç ve Aşk romanları, kültürlerarası kimliklerin çok katmanlı dünyasını gözler önüne serdi. Ayfer Tunç’un Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi adlı romanı modern toplumun karmaşasını müthiş bir ironikle anlattı. Hakan Günday’ın Kinyas ve Kayra ve Ziyan kitapları, karanlık ama samimi bir anlatı evreni sundu. Tarihî metinlere, hatıratlara da zamanla merak sardım. Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı ve Çankaya kitaplarıyla yakın tarihimize dair sahici gözlemler edindim. Halide Edib Adıvar’ın Türk’ün Ateşle İmtihanı, bireyin ve toplumun savaştaki konumunu içtenlikle anlattı. Hakkı Uzunçarşılı’nın Osmanlı tarihine dair titiz çalışmaları ve biyografik anlatıları ise tarihsel bakışımı derinleştirdi.
Ankara’da geçen bu yıllar, kitapların rehberliğinde şekillendi. Onlar benim için yalnızca bilgi kaynakları değildi; her biri yeni bir dünyanın anahtarıydı. Sayfalar arasında yürürken, zihnimin zincirlerini kırmayı öğrendim. Geriye dönüp baktığımda, okuduğum her eser, beni ben yapan bir tuğla gibi ruhumda yer etti. Artık biliyorum ki insan, düşünceleriyle özgürleşir ve kitaplar bu özgürlüğün en güçlü taşıyıcılarıdır. Aradan geçen 30 yıl içinde oluşturdugum zengin kütüphanem en büyük mirasım olacak. Ve kimbilir kendi eserlerimle bu kütüphanem daha da anlam kazanacak.
Yorumlar
Yorum Gönder