ZİYARET

Nisan ayının serin ama ruha iyi gelen günlerinden biriydi. Öyle bir hava vardı ki ne mont giydiriyordu insana ne de ince bir ceketle yetiniyordu. Mevsim tam ortayı bulmuş gibiydi; ne ilkbaharın taze heyecanı ne de kışın içe kapanıklığı... Griye çalmayan yumuşak bir mavi gökyüzü vardı tepemde, bulutlar sanki bir ressamın tuvalindeki pamuk izleri gibiydi, hiçbiri birbirinin aynısı değildi ama tümü uyum içindeydi. Rüzgâr, tenime değip geçerken, geçmişten bir anıyı uyandıracak kadar tanıdık, bir sözcüğü kulağıma fısıldayacak kadar hafifti. Böyle günlerde insanın içinde nedensiz bir huzur doğar; bir yerlere yetişme telaşı azalır, sokakta yürüyen yabancıların yüzlerine bile başka bir dikkatle bakar hale gelirsiniz. İşte o gün, böyle bir iç sükûnetle yola çıktım ve Denizli’nin Kale ilçesinde yaşayan Abdülkadir Bey ve eşi Hanife Hanım’a misafir oldum.

Apartmandan içeri girerken ve asansörle çıkarken, kafamda yavaş yavaş şekillenen bir sahne oynuyordu: bir evin içi, bir çiftin yıllar içinde emekle şekillendirdiği yaşam alanı ve elbette sohbetin, kahve/çayın ve huzurun hüküm sürdüğü o misafirlik hâli... Kapı açıldığında, içimden geçirdiğim bu sahne, sıcak karşılama ile gerçek oldu. İçeri adımımı attığım anda başka bir ritme geçti zaman; adeta sokaktaki dünya kapının dışında kaldı ve ben o andan sonra yalnızca o evin zamanına, sesine ve kokusuna dâhil oldum. Salon öylesine düzenliydi ki, sanki her eşya yıllardır aynı yerde duruyormuş gibi bir sadelik ve yerleşmişlik hissi veriyordu. Koltuk takımı, yalnızca bir eşya değil, orada yaşanmış onca anının taşıyıcısı gibiydi. Duvara yaslanmış televizyonun yanında yer alan ünite ise özenle yerleştirilmiş kitaplarla donatılmıştı; kitapların duruşu, sırtlarındaki yazılar ve sayfa aralarından taşan not kağıtları, ev halkının düşünce dünyasına küçük bir pencere aralıyordu bana. Perdelerden sızan güneş ışığı odayı aydınlatmakla kalmıyor, sanki eşyalarla konuşuyordu; ışığın değdiği her nesne, varlığını biraz daha derinleştiriyor, bulunduğu yeri sahiplendiğini hissettiriyordu.

Kısa süre sonra kızlarının elleriyle hazırladığı tatlı servis edildiğinde, yalnızca görsel değil duygusal bir estetikle karşılaştım. Damağımdaki her tat, o evdeki emeğin, şefkatin ve paylaşmanın bir simgesiydi sanki. Kahveler geldiğinde, o tanıdık ritüelin içindeydik artık: küçük fincanlar, tatlı ve kahverengi köpüğün içinde saklı sohbet. İlk yudumu alır almaz, sözler de usulca dökülmeye başladı. Önce sıradan gündemlerden, sonra Gecenin Çığlığı romanımdan konuştuk. Ama zaman ilerledikçe sohbetin derinliği de arttı; geçmiş günlerden, eğitimden, ideallerden, bazen de suskunluklardan söz ettik. Sessizlikler bile anlamlıydı, çünkü paylaşılan şey yalnızca cümleler değil, aynı zamanda bir bakışın altına saklanmış düşüncelerdi.

Sohbetin bir anında Gecenin Çığlığı romanımı imzalamak için getirdiklerinde içimde hem heyecan hem de mahcubiyet vardı. Bir eseri kaleme almak başka, onu okuyucusuna takdim etmek ise bambaşka bir duygu... Abdülkadir Bey ve Hanife Hanım’a romanımı takdim ederken, gözlerindeki içten merak ve nezaketle karışık tebessüm beni derinden etkiledi. Her yazarın hayalinde böylesi okurlar vardır: satır aralarına sızacak kadar dikkatli, her karakteri yaşamış gibi bağ kuracak kadar duyarlı. Kitabın ilk sayfasına birkaç satır yazarken kelimeleri dikkatle seçtim; bu ziyaretin anlamı da, anısı da romanın sayfalarına iliştirdiğim o satırlarda silinmez bir iz olarak kalacaktı. Belki de bir gün kitabın arasında saklı kalan bu not, yıllar sonra bile o günü yeniden hatırlatacaktı onlara.

Abdülkadir Bey ve Hanife Hanım, mesleklerini yalnızca bir görev olarak değil, bir yaşam biçimi olarak sürdüren idealist öğretmenler. Eğitim kelimesinin içini, kitaplardan değil, hayatın bizzat içinden gelen bir bilinçle doldurmuşlar. Öğrencileriyle kurdukları ilişki, yalnızca sınıfta tahta başında değil; okul bahçelerinde, sosyal etkinliklerde, bazen bir ev ziyaretinde, bazen bir şiir okumasında devam ediyor. Toplumun iyiliği için sorumluluk almaktan kaçmayan, düşüncelerini eyleme dönüştürme cesareti taşıyan bu iki insanın varlığı, sadece kendi çevrelerine değil, bana da ilham verdi. Öğretmekten bahsederken gözlerinde beliren ışık, henüz hiç karşılaşmadıkları çocuklara bile umut taşıdıklarının bir göstergesiydi.

Zaman, tüm ağırlığını üzerimizden çekmişti sanki; saatlerin tıklayışı duyulmuyor, sadece kelimelerin akışı hissediliyordu. Fark etmeden bir saat geçmişti. İnsan, zamanın farkına ancak böylesi anlarda varmıyor. Kalkmadan hemen önce “Bir de hatıra fotoğrafı çekilelim,” dedim gülümseyerek. Hepimiz salonun ışığı en güzel alan köşesinde toplandık. Koltukların önüne yerleştik, telefonun objektifine bakarken içimde tuhaf bir sükûnet hissettim. Bir fotoğraf karesine sığan onca samimiyet, tanışıklığın kısalığına inat sanki yıllardır süren bir dostluğun anısı gibiydi. Deklanşöre basıldı, bir gülümseme sabitlendi. Bazen en güzel anlar, ne büyük planlarla ne de özel hazırlıklarla gelir; sadece kalpten kalbe açık bir yol olduğunda yaşanır. İşte bu ziyaret de, tam anlamıyla öyleydi.

Sokakta, arabaya binmeden önce eve baktım. Güneş biraz daha batıya kaymıştı, perdelerin ardına daha sıcak bir sarılıkla süzülüyordu. O evden yalnızca damağımda tatlı ve kahvenin lezzeti ile ayrılmadım; aynı zamanda başka türlü –daha sakin- bir yaşama hâlinin mümkün olduğuna dair inancım da tazelenmişti. Bazen bir buçuk saat, bir ömre sığmayacak kadar çok şeyi hatırlatır insana. O gün, işte böyle bir gündü.

  

Yorumlar

Popüler Yayınlar